Avrupa’da 6-9 Haziran tarihleri arasında düzenlenen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine, beklendiği üzere aşırı sağ, yabancı düşmanı ve popülist partiler damgasını vurdu. Bu çerçevede Hollanda, Avusturya, ve Fransa’da ipi göğüsleyen yabancı düşmanı sağ popülist partilerin, Avrupa Birliği’nin (AB) ulusal düzeydeki dinamiklerini önemli oranda etkilemesi bekleniyor.
Nitekim Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ulusal Birlik Partisi (RN) karşısında uğradığı hezimetin ardından, parlamentoyu feshederek, erken seçim kararı aldı. Seçim, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’u da “küçük” duruma düşürmedi değil. Zira ana muhalefet partisinin ardından ikinci konuma yerleşen aşırı sağcı ve yabancı düşmanı Almanya İçin Alternatif Partisi (Afd), oyların yüzde 16’sını alarak Scholz’un Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) üçüncü konuma düşürdü. Scholz, koalisyon ortakları Yeşiller ve Liberal Demokratlarla bile oyların üçte birini alamadı.
Kuşkusuz bu sonuçların Alman iç politikasında da bir etkisinin olması bekleniyor. Keza Belçika’da da hem genel seçimler hem de AP seçimlerinde hezimete uğrayan Başbakan Alexandre de Croo, gözyaşlarıyla koltuğundan istifa ettiğini açıkladı. Aşırı sağ popülist NV-A partisi, seçimlerde koltuk sayısını artırarak Belçika’nın birinci siyasi oluşumu konumuna geldi.
AB’deki ayrılıkçı milliyetçi partilerse kah Belçika’da kah İtalya veya İspanya’da umduklarını bulamadı. Neofaşist Başbakan Giorgia Meloni’nin partisi “İtalya’nın Kardeşleri”, oyların yüzde 28’ini alarak konumunu pekiştirmeyi sürdürdü.
Neden böyle oldu?
Aşırı sağın yükselişi, teknik olarak yasadışı göç, Rusya-Ukrayna savaşı veya enflasyon, hatta Yeşiller’in dogmatik çevre politikalarıyla açıklanabilir. Ancak sağ popülist söylemlerin halk nezdinde karşılık bulmasının nedenlerine ulaşmak için, seçmenin derin kaygılarını da anlamak gerekiyor. İktidar partilerinin, ulusların kaygılarını kaale almadığını düşünen seçmenler, AB ülkelerinin, dünyaki krizlerin etkilerine maruz kaldıklarını ancak bu kirzler konusunda AB’nin söz sahibi olmadığını düşünüyor.
Bununla birlikte seçmenler, sosyal refah devleti olarak bilinen AB üyesi ülkelerin, yasadışı göç olgusu nedeniyle geleceklerinin tehlikeye girdiğini düşünüyor. Ayrıca, AB’nin dünya ticaretindeki payının yaklaşık son 15 yılda yüzde 25’den yüzde 16’ya gerilemesinden de endişe duyan seçmen, deyim yerindeyse geleceğine yeniden hakim olmak, var olan sosyal refah devletine yönelik kazanımlarını korumak amacıyla sağ popülist ve milliyetçi siyasi oluşumlardan umut beslemeye başladı.
Bu çerçevede, Fransa’da Macron’un yıldırım erken seçim kararının neticelerinden bağımsız olarak, AB kurumlarının orta vadede daha da muhafazakar bir politika gütmesi beklenebilir. Elbette AB kurumlarına başkanlık edecek isimlerin seçiminde popülist sağ partilerin yükselişi belirleyici bir unsur olmayacak. Ancak kısa ve orta vadede, AB’ye üye ülkelerin ulusal politikalarında daha da muhafazakar ve popülist söylemlere kayması bekleniyor.
Washington ise Fransa’daki seçim sonuçlarını kaygıyla izliyor. Zira nükleer bir güç olan Fransa’nın, silahlarını ateşleme protokolünü Marine Lepen gibi bir “popüliste” teslim etme ihtimaline hiç de sıcak bakmıyor. Ancak Macron istifa etmediği sürece ABD’nin bu konuda kaygılanmaya başlaması için iki yılı daha var.